Şu zamana kadar zamanda
yolculuk temalı bir çok film izledik. Aslına bakarsanız bu filmlerin çoğu hemen
hemen aynı konsepte dayanıyordu; zamanda yolculuğu keşfetmişsinizdir ve bu
keşif sırasında bir şeyler ters gider. Nihayetinde ana karakterlerimiz kendini
bu ters giden şeyleri düzeltmekte olarak bulur. Oradan oraya koşuşurlar. Zaman algıları
kaybolur, biraz aklın yardımı biraz şans derken olayı çözerler sonunda. Bizde karmaşık
ve bizi ters köşe yapan bir filmden aldığımız hazzı alırız her zamanki gibi ve
deriz ki “güzel filmdi”. “Güzel” göreceli bir kavram evet. Kimine göre güzel
olan kimine göre beş para etmez olabilir. Fakat Kader filmi, aslına bakarsanız
güzel-çirkin eşleştirmesinden çokta uzakta duruyor.
NASIL YANİ? Diyenleri duyar gibi oluyorum. Şöyle ki, film
bizi çok ütopik bir zaman algısının içine sokuyor. Yönetmenliğini Michael
Spierig ve Peter Spierig
kardeşlerin üstlendiği ve aynı zamanda senaryoyu da Robert A. Heinlein ile
birlikte kaleme alan Spierig kardeşler, bizi şu zamana kadar izlemeye alışık
olmadığımız bir sinema deneyiminin içine sokuyorlar adeta. Film “izle-unut”
sınırından biraz daha uzakta duruyor aslında. Fakat sadece filmi anlamakta zorlananlar
için olabilir bu tabir ya da bu tarz filmleri sevmeyenler için söyleyebiliriz
bunu.
KADER bizi tamamen dikkatimizi ona vermemizi isteyen,
sınırları zorlayan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor aslına bakarsanız. Yukarıdaki
paragrafta belirttiğim gibi, ütopik bir zaman algısının içindeyiz. 1970’lerden
1999’a kadar uzanan, oradan 1940’lara kadar geri dönen bir zaman çemberinin
ortasında buluyoruz kendimizi filmi izlerken. Suçları önceden tespit etmek ve
onun önüne geçmek adına kurulmuş bir birim, teknolojiyi (her zamanki gibi)
yanına alarak bu işin üstesinden gelmeyi planlıyor. Fakat bunu yaparken biz “Adamımız
bu işin üstesinden gelmeyi başarabilecek mi acaba?” derken kendimizi bir anda
ters köşe bir konumda bulabiliyoruz. Çünkü KADER aklın ve mantığın sınırlarını
olmadık yerlere itiyor ve bize “nasıl yani?” diye sorduruyor filmde sürekli
olarak. Öte yandan kimsenin kolay kolay kabullenemeyeceği bazı kader
argümanlarını kendisi belirleyen bir film olarak oluşuveriyor. Filmi ikiye
bölmek mümkün. İlk yarısında Sarah Snook’un göz dolduran performansı,
güzelliği ve çekiciliği ile harmanlanarak bizi hikayenin içine iyice çekiyor. Biz
ise esas darbeyi filmin ikinci kısmında yiyoruz.
İlk
kısımda İsimsiz Yazar mahlasıyla ne gibi işlere kalkıştığını anlatan Sarah Snook,
bar sahnelerinde o kadar derbeder bir halde görünüyor ki, nasıl o hale
geldiğinin, yani deyim yerindeyse evriminin hikayesini kendi ağzından
dinliyoruz ve bu süreci izliyoruz. Bu ilk saat senaryonun temelini
oluştururken, bazı boşluklar oralarda öylece duruyor ve gözümüze batıyor. En başında
cevabını bulamadığımız bazı sorular filmin ilerleyen dakikalarında bize yanıt
olarak dönüyor ve bizi o boşluğun içinde bırakmıyor. İşte bu boşlukların
dolması esnasında bizi şaşırtan bir sürü kader ögeleri, tamamen yer değiştiren
yazgısal simgeler bildiğimiz tüm tabuları yıkıyor adeta. Aslında film bir
bombayı elinde tutuyor söyle bir baktığınızda. Filmi izleyen kitlenin diyecek
iki şeyi var “çok saçma!” veyahut (benim gibi) “harikulade!”. Bu çok bariz bir
şey. Filmi izledikten sonra ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızdan
eminim.
Filmin ikinci yarısında ise bizi şaşırtan o “kısırdöngü” nün dönmeye başladığına sahne oluyoruz. Bu bizi yavaş yavaş ters köşelere doğru itiyor. Filmin temposu çok iyi ayarlanmış. Başlarda doz düşük veriliyor fakat film ilerledikçe vitesin yükseldiğinin farkına varıyoruz. Başlardaki o durağanlık, daha sonra gireceğimiz bir paradoksun ön hazırlığı aslında. Senaryo biraz kafa karıştırıcı bunu kabul ediyorum. Hatta ilk seferde özümsemek çok zor olabilir. Fakat filmin finali tüm o kısırdöngü ve paradoksun hakkını verir nitelikteydi. Her ne kadar biraz ortada bırakılmış gibi olsada, ucu açık bir şekilde; izleyicinin hayal gücüne bırakılan filmin sonu aslında yakışanı bulmuş gibi.
Filmin ikinci yarısında ise bizi şaşırtan o “kısırdöngü” nün dönmeye başladığına sahne oluyoruz. Bu bizi yavaş yavaş ters köşelere doğru itiyor. Filmin temposu çok iyi ayarlanmış. Başlarda doz düşük veriliyor fakat film ilerledikçe vitesin yükseldiğinin farkına varıyoruz. Başlardaki o durağanlık, daha sonra gireceğimiz bir paradoksun ön hazırlığı aslında. Senaryo biraz kafa karıştırıcı bunu kabul ediyorum. Hatta ilk seferde özümsemek çok zor olabilir. Fakat filmin finali tüm o kısırdöngü ve paradoksun hakkını verir nitelikteydi. Her ne kadar biraz ortada bırakılmış gibi olsada, ucu açık bir şekilde; izleyicinin hayal gücüne bırakılan filmin sonu aslında yakışanı bulmuş gibi.
Ethan Hawke'nin
oyunculuğuyla renklenen yapım, 2014’ün en etkili zaman ve kısırdöngü
yapımlarından biri. Hatta şahsi görüşüm, 2014’ün en çılgın yapımlarından biri. Zamanda
yolculuk konusunu çok farklı bakış açılarından ve çok farklı bir konseptten
işlemesi, filmimizi izlenir ve beğenilir kılıyor. Eğer hala izlemediyseniz, bir
sonraki film olarak seçimizi KADER’den yana kullanın derim.
IMDB: 10/7.5
IMDB: 10/7.5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder